Abdullah Gül’ün Ziyareti ve Çin

Salih TINMAZ
Salı, 30 Haziran 2009 11:32

Tam da dünyadaki devletler muvazenesinin yeniden şekillenmekte olduğu bir hengâmede Abdullah Gül’ün tarihi ziyaretinin sona ermesiyle yeni Türk dış politikasında bir dönüm noktasını daha geride bıraktık. Zira ziyaretin sadece bir gezi olmaktan öte bir ‘dönüm noktası’ olacağının sinyallerini daha yola çıkmadan Türkiye’de haber veren Gül, Çin’de temasları sırasında yaptığı açıklamalarla Türkiye’nin Çin politikalarını yakından takip eden bizlerin de yüreklerine su serpmiş oldu. Aynı zamanda eski bir dışişleri bakanı olan Gül’ün 2 yıl içerisinde 45inci yurtdışı gezisini tamamlamış olması sanki bir önceki dönemin diyetini ödeme mahiyetinde gözüküyor. Zira bir önceki dönemde Ahmet Necdet Sezer 7 yılda sadece 49 dış ziyarette bulunmuştu.

Çin’in Farkına Varmaya Başlayan Türkiye
Türkiye ve Çin arasındaki ilişkilerin bu kadar uzun bir süre olması gerekenin çok altında olması gelişmekte olan ülkeler tarihinin kara bir lekesiydi. Çünkü Çin ve Türkiye, gerek hali hazırdaki gerekse de potansiyel güçleriyle 21. yüzyılın incisi iki devlet konumundadır. Her ne kadar dünyada hızla gelişmekte olan başka ülkeler bulunsa da, akademik çevrelerce yeni yüzyılda devletler muvazenesinde lider bir konumda bulunmakla ile alakalı sadece bu iki devlete atıfta bulunuluyor olması çok manidardır.

Coğrafya olarak birbirinden uzak olduğu gibi kültür bakımından da çok kopuk olduğu zannedilen Türkiye ve Çin’in aslında kültürel manada birçok ortak noktaları bulunmaktadır. Çin ve Türk-İslam kültüründe ailenin önemi, saygı, tevazu gibi konularda mevcut söz konusu benzerlikler azımsanamayacak derecede fazladır. Benzerlikler sadece bununla sınırlı değildir, iki ülkenin yakın tarihindeki benzerlikler de dikkat çekmektedir. Türkiye ve Çin neredeyse tamamı aynı olan (Japonya ve Yunanistan farklı) ülkeler tarafından istilaya uğramış, modernleşme olarak birbirine çok benzer adımlar atmış ve hatta emperyalist güçlere karşı direnerek barış soluklayan bir dünya hedefli kurtuluş mücadelelerin başlangıcı sayılan olaylar bile aynı yıl ve aynı ay içerisinde meydana gelmiştir (Atatürk’ün 19 Mayısta Samsun’a ayak basması ve Çin’de yine 1919 Mayısında başlayan direniş hareketi). Kültürel manadaki ağırbaşlılık zamanı gelince; iki ülkenin dış politikasına da yansımış, hatta bundan dolayı Çin ‘barışçıl yükseliş’ ve ‘uyumlu toplum’ açılımlarıyla dünyanın dikkatini çekerken Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘yurtta sulh cihanda sulh’ sözü de bir darbımesel olmuştur. (Çin araştırmacıları için yakın tarihteki benzerliklerimiz hakkında çok yakında bir makale daha yayınlayacağım.)

Nitekim daha saymakla bitiremeyeceğimiz birçok ortak noktamız olduğu halde iki halk birbirine çok yabancı konumdadır. Hatta bu yabancılık iki toplum arasında birçok gereksiz önyargının oluşmasına da neden olmuştur. Benzerlikler haricinde iki toplumun birbirinden farklı özellikleri olması da ayrı bir zenginliktir, fakat bu farklılıklar paylaşıldığı takdirde birer zenginliğe dönüşeceği unutulmamalıdır. Tam da bu noktada Çin ve Türkiye’nin birbirine çok yabancı olduğu gerçeğinin devletin en tepesindeki ağzı tarafından dillendirilmesi ilişkiler adına kayda değer bir gelişmedir. Türkiye yeni dönemdeki dış politikasıyla bir fayda elde edilemeyeceği kesin olan çatışmalarla vakit harcamaktansa ve bazı ortak noktalarda buluşarak ‘kazan-kazan’ı oynamaya başladı. Türkiye komşu ülkelerle ilişkilerde yaşanan büyük değişimden sonra Uzakdoğu ve Afrika’da da çok aktif bir rol oynamaya başlayacağının sinyallerini veriyor. Fakat iç gündemdeki gereksiz yoğunluk Türkiye’nin dünya gündemine çok yabancı veya geride kalmasına neden oluyor.

Cumhurbaşkanı bu ziyaretiyle çok iyi bir gözlemci olduğunu gösterdi. Zira görüştüğü bütün Çinli yöneticilerin adeta büyük şirketlerin birer CEO su gibi olduklarını vurguladı. Evet, Çin yönetiminin en büyük özelliklerinden bir tanesi yöneticilerinin birçoğunun alanında uzman mühendis olması. Bunun yanında bir zamanlar yurtdışına göç etmiş beyinlerden daha çok istifade etmeye başlamış olması gelişmesinde etken olan bir diğer dinamik. Türkiye için asıl kazanım Gül’ün toplam 3 buçuk milyar dolarlık anlaşmalarla geri dönmesi değildi, önemli olan bu ziyaretle daha kapsamlı ilişkiler ağına bir kapının açılmış olmasıydı. Birleşmiş Milletlerde veto hakkına sahip beş ülkeden biri olan ve dünyanın en hızlı gelişen ülkesi ve en büyük üçüncü ekonomisi Çin’de daha keşfedilecek çok hazineler var.

Gezinin en önemli noktalarından bir tanesi ilk defa bir Türkiye Cumhurbaşkanının Xinjiang Uygur Özerk Bölgesini ziyaret etmesi olmuştur. Burada verdiği ılımlı mesajlar Çin ve Türkiye arasında ilişkilerin ekonomiden başka siyasi açıdan da gelişeceğinin bir göstergesi durumunda. Zira şimdiye kadar Çin basınında bu bölgedeki karışıklıkların kökünde Türkiye hedef gösteriliyordu. Hatta ilgili haberlerde söz konusu bölgeye parantez içinde ‘Dong Tuerqi sitan’ deniliyor ve bundan Çin’in çok rahatsız olduğu belirtiliyordu. Evet, Türkiye basınında bölgeye ‘Doğu Türkistan’ denmesi Çinlileri tedirgin ediyor, onlar da bazen tepki olarak ‘Dong Tujue sitan’ (Doğu Türkistan) tabiri yerine ortadaki kelimeyi Türkiye manasına gelen ‘Tuerqi’ olarak kullanmayı yeğliyorlar. Bu bölgenin tüm dünya tarafından Çin’e ait olduğu kabul edilirken orayla alakalı duygusal hareket etmek Türkiye’nin en büyük yanlışı olur. Zira bu Türkiye’nin Güneydoğu bölgesini başka bir ülke olarak zikretmekten farksız. Gül, ziyaretinde bu bölge ile Türkiye arasında büyük kültürel benzerlikler müşahede ettiğini vurgulayarak önümüzdeki dönemde bu bölgenin iki ülke ilişkilerini geliştirme açısından bir köprü konumuna geleceğinin işaretlerini vermiş oldu. Bir Türk yöneticinin, hem de Cumhurbaşkanının bu bölgenin iki ülke için ‘avantaj’ olduğunu vurgulaması ilişkilerde bir başka dönüm noktasıdır. Çinlilerin bu jeste en iyi şekilde karşılık verecekleri muhakkaktır. Zira Çinli yatırımcılar ziyaret sırasında söz verdikleri yatırımdan çok daha fazlasını yapmak zorundalar, çünkü ekonomik alanda her geçen gün daha da katılaşan bir AB’ye karşı bölgede Türkiye’den başka bir seçenek bulunmuyor.

Hedefleri Olan Bir Halkı ve Hükümeti Olan Çin
Bundan 10 yıl önce Çin’e geldiğimde Pekin şimdiki hali ile karşılaştırıldığında tanınmayacak bir haldeydi. Ama halkın dilinde gelecekle alakalı 5 yıl sonra şu ülkeyi 10 yıl sonra şu ülkeyi 20 yıl sonra da Amerika’yı geçeceğiz sözleri dolaşıyordu. Nitekim dediklerini de büyük ölçüde başardılar. Çin’in son geçilme kurbanı 2007 yılında geride bıraktığı sanayi devi Almanya oldu. Çin’de bulunduğum süre içerisinde gözlemlediğim kadarı ile Çinlilerin en temel özelliklerinden bir tanesi basit bir binanın inşasından tutun 7-8 yıl sürebilen uzun projelerin bile zamanında ve hesap edilenden daha başarılı bir şekilde bitirilmesi olmuştur. Gelişme aşamasında (merkeziyetçi yönetim şekli sayesinde aykırı seslerin olmasına izin verilmediği için) propagandanın çok iyi yapılmasının yanında Çin’in başarıya susamış bir hale dönüştürülmesi, bunun halka çok iyi empoze edilmesi en önemli etkenlerdir. Çin’in 16 Ekim 1964’teki atom bombası denemesinin o günlerde televizyonlardan yayınlanan eski görüntülerini Youtube gibi sitelerden izlemek hala mümkün. Çince olarak yapılan konuşmada en dikkat çekici cümle şöyle: ‘Artık yabancıların yapabildiklerini biz de yapabiliyoruz, hem de yabancılardan çok daha iyi.’

Şehirli Çinliler arasında ‘Batı’ artık yavaş yavaş hayran olunan ve ütopik bir ‘ideal ülke’ konumundan, eleştirilebilen ve işler aksi gitmezse! yakında geçilebilecek bir hedefe dönüşüyor. (Değişik platformlarda ne zaman bu mülahazalarımı dile getirsem Çin’i övüyorum diye eleştiriliyorum. Evet, Çin hala birçok eksiği ve yanlışları olan bir ülke, fakat bir ülkeyi kulaktan dolma bilgilerle eleştirip yerin dibine sokmak kolay, önemli olan o ülkenin başarılı taraflarından istifade edebilmektir.) Aslında toplum fertlerini harekete geçirme bakımından Türkiye’nin manevi dinamiklerinin çok fazla olmasına rağmen hala enerjisini iç çekişmelerle kaybetmesi üzücü. Çin ise sadece gelişme hedefinin ötesinde dünyayı yöneten bir süper güç olma hayalleriyle yatıp kalkıyor. Hatta buna kendilerini o kadar inandırdılar ki devletin üst kademesi geçtiğimiz yıllarda en önemli akademisyenleri davet ederek büyük güçlerin çöküşü hakkında bilgi ve tavsiyeler aldılar.

Bir diğer yandan güç dengesi hesaplarında hataya düşmek istemeyen Çin dünyayı tahrik etmekten de uzak durmaya çalışıyor. Halk bir yandan zenginleşirken diğer yandan halen Çin’in çok fakir olduğuna dair yayınlar yapılıyor. Hatta bazı yabancı akademisyenler Çin’in büyüme rakamlarını olması gerekenin çok altında gösterdiğini iddia ediyorlar. Fakat kim ne derse desin dışa açılımdan sonra 400 milyondan dazla insanın hayat standartlarının yoksulluk sınırının üzerine çıkartılmış olması, 20 yıldan fazla neredeyse ortalama yüzde 10a yakın büyümesi, uzaya insan gönderen üçüncü ülke olmasıyla dünya politikasında yıldızı gittikçe parlayan bir ülke konumundadır. Bu noktada kendisini tehdit veya fırsat olarak görme seçimini muhatap olduğu ülkelere bırakıyor.

Çin Dünyaya ve Türkiye’ye Ne Vaat Ediyor?
Dünyadaki ekonomik kriz birçok köklü şirketin batmasına neden olurken Çin merkez bankası başkanı 2009 da yüzde 8lik büyüme hedefini yakalayacaklarına dair bir açıklama yapıyor. Son yıllarda adından en çok söz edilen ülke olarak Çin’e karşı dünyada da büyük beklentiler var. Yetkili ağızlar dünya siyasetinde Çin’in daha aktif bir rol oynaması gerektiğine dair açıklamalar yapıyor. Ama Çin buna ne kadar hazır ve dünyaya ne verebilir?

Çin çok eski bir tarihe sahip olmasına rağmen en güçlü olduğu zamanlarda bile bölgesel bir güç olarak kalmış. Yine de teorikte bu Çin’in gelecekte bir süper güç olamayacağı manasına gelmiyor. Fakat dünyaya bir fayda sağlamadan lider olunamayacağı da muhakkak. Bir zamanlar Osmanlı dünyaya ‘İslam barışını’, Amerika özgürlük ve demokrasisini vermişti. Bunun yanında insanlığın ilerlemesine vesile olacak birçok bilimsel ve kültürel katkıları oldu. Yumuşak gücünün bir hayli zayıf olduğunun farkında olan Çin kültürel manada sadece Konfüçyüs Enstitüleri açmakla gedikleri kapamaya çalışıyor. Ama bu hiç yeterli gözükmüyor. Çin lider olmak istiyorsa Iphone’un taklit çift sim kartlısı yerine daha orijinal katkılar yapması gerektiği bir gerçek.

Çin’in dış politika olarak yakın planda dünyaya tek vaat ettiği şey ‘barışçıl yükseliş’. Bunun dışında son yıllarda iç düzeni sağlamak amacıyla kullandığı ‘uyumlu toplum’ (hexie shehui veya İngilizcesiyle harmonious society) kelimesini dış politikada da ara sıra dillendiriyor. Çin’in dünyadaki problemlerin çözümü konusunda en açık katkısı kendi nüfusunun zenginliğini arttırarak dünyanın toplam fakirlik oranını azaltmak oluyor. Mao Zedong Çin halkına ‘çalış, çalış yine çalış’ diyordu. Çin hükümeti de şimdi halkına ‘kazan, kazan yine kazan’ diyor.

Bunun yanında Çin iç tüketimi arttırarak krizde ayakta kalmayı düşünüyor (bunun için geçtiğimiz aylarda 584 milyar dolarlık bir teşvik paketi açıklanmıştı). Eğer Çin’deki tüketim Amerika’nın seviyesine ulaşırsa dünyadaki hammaddelerin yetmeyeceği ise bir başka gerçek. Şu andaki krizin Amerika’daki tüketim alışkanlıklarıyla alakalı olduğu vurgulanıyor. Eğer bu nüfusuyla Çin tamamen bir tüketim toplumu haline gelir ve o zaman bir kriz ortaya çıkarsa, bazı akademisyenler kendi ülkelerinin çıkarları için Çin’de iç tüketimi arttırmayı teşvik etmenin yanında, gelecekteki muhtemel enerji ve tüketim krizlerinin nasıl çözüleceğini de açıklamak zorundalar.

Kaynak: BilgeSam

Leave a Comment

*

*