Doğu Türkistan’a Karşı Olan Sorumluluğumuz

Mahmut Nedim Suiçmez:

Hepimiz doğduğumuzda bir anne babamız vardı. Kıymetini onları kaybedince anladık. Onlar hayatta olduğu zamanlarda kaç kişi öğlen yemeği yerken; “yahu benim annem babam var ne mutlu bana” diye içinden geçirmiştir ki? Bizim bir devletimiz var. Büyük, güçlü, tarihi şan ve şerefle dolu yüce bir devlet… Devletinizin olmadığını hayal ettiniz mi hiç? Yahut bir gün devletsiz kalma ihtimali uykularınızı kaçırdı mı?

Bir şeyi bilmek için illaki içinde olmaya gerek yoktur; ama bir şeyi bilmenin en iyi yolu içinde olmaktır. Devletini ve din kardeşlerini, soydaşlarını seven bir millet olarak çevremizde olan bitenlere tarihin hiçbir dönemi kayıtsız kalmadık, desteğimizi esirgemedik. Peki ama bir kere bile olsun onları hakkıyla anlayabildiğinizi, hayata bakışlarını hakkıyla idrak edebildiğinizi düşünüyor musunuz? Daha önceleri çokça çalışılmış olmasına rağmen bugün ilk kez bir Doğu Türkistanlı kardeşimin gözünden bu dünyaya bakabildiğimi hissettiğim için bu konuda yazma ihtiyacı hissettim. Öncelikle Doğu Türkistan hakkında genel bir bilgi verelim.

Doğu Türkistan, Türklerin eski yerleşme alanlarından biridir. Bölgeye ilk hâkim olan Türk Devleti, Hunlardır. M.Ö. 300 yıllarından itibaren Türk birliğini kurma çabalarına giren Hun Devleti, Doğu Türkistan’ı kendisine bağlamıştır. Doğu Türkistan coğrafyası bu tarihten sonra sırasıyla; Hun (M.Ö. 220-M.S. 386), Tabgaç (386–534) ve Göktürk (550–840) hâkimiyetinde kalmıştır. Uygur Türkleri 840 yılında bölgeye yerleşmiştir.[1]

12 Kasım 1933 tarihinde ilan edilen Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti, 6 Şubat, 1934 yılında Ma Chnagying ordusu Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti ordusunu imha etmiş ve yeni kurulan Cumhuriyeti yıkmıştır. 12 Kasım, 1944 yılında tekrar oluşan Doğu Türkistan Cumhuriyeti beş yıl sonra 20 Ekim, 1949 yılında tekrar yıkılmış ve Aralık 1949′da Çin Halk Kurtuluş Ordusu bölgeye girerek konuşlandırılmış ve Doğu Türkistan, Çin Halk Cumhuriyeti’ne bağlanmıştır. Doğu Türkistan halkı da o zamandan beri Çin işgaline karşı direnmektedir. Çin Doğu Türkistan’ı işgal etti ve bölgeyi “Sincan” (Kazanılmış Topraklar) olarak adlandırdığı tarihten bu yana, Doğu Türkistanlılara yönelik etnik temizlik ve asimilasyon politikası uygulamaktadır. Nitekim Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana 35 milyon Doğu Türkistanlı katledilmiştir. [2]

Yazının başında dediğim gibi bizim sorumluluğumuz çok büyük. Bu coğrafyada Türk ve Müslüman olarak yaşamak istiyorsak güçsüz olma gibi bir şansımız yok. Bizi biz yapan değerlerden uzaklaştığımız zaman devletimiz güçsüz kalmış ve bu da var olma umudunu Türkiye’ye bağlayan halkların zulüm görmesine sebep olmuştur. Aşağıda anlatacağım olayın bu durumu çok iyi açıkladığını düşünüyorum. Bir NATO subayımız hatıralarından mealen aktarıyorum:

Bir gün NATO karargâhında çalışırken Fransız bir yüzbaşı kapımı çalarak içeri girdi, bir dosyayı imzaya getirmişti. Bu gibi dosyaları normalde okumadan, sadece göz gezdirir ve imzalarız ama dosyada gözüme ilginç noktalar takılmıştı ve dosyayı incelemeye başladım. İnceledikçe hayretim katlanıyordu. Dosyada kısa bir zaman içine SSCB’nin dağılacağı ve bölgede birçok küçük devletin kurulacağı, bu devletlerin halkları üzerinde ne gibi algı yönetimi operasyonları yapılacağı, kısacası bu devletlerin nasıl sömürgeleştirilip paylaşılacağı yer alıyordu. Ben dosyayı hayretle incelerden İngiliz bir subay odamın camından beni gördü ve hışımla içeri girdi. Elimdeki dosyayı okumaya yetkili olmadığımı ve bu dosyadaki bilgilerin dışarı çıkmasının bedellerinin ağır olacağını söyledi. Bense bir Türk subayı olarak bu bilgileri Genelkurmay Başkanlığı’mla paylaşmaya yetkili olduğumu söyledim. Bana gülümsedi. NATO’nun dosya gizlilik seviyeleri nedir gibi basit bir soru sordu. Ben de “secret”, “top secret”, ve “cosmic top secret” olduğunu söyledim. Buna karşılık bana verdiği cevapsa millet olarak durumumuzun özetiydi. Bana NATO görevleri kapsamında bir başka gizlilik seviyesinin daha olduğunu, adının ise “VAGRAM” olduğunu söyledi ve Türkler olarak Vagram’a erişim hakkımızın olmadığını söyledi.” O zamanlar güçsüz olan Türkiye maalesef soydaşlarının kaderi üzerinde bir İngiliz subayı kadar etkili değildi.

Çocukken yaşadığım mahallede gözleri çekik bir amca vardı. Evi baştan aşağı kitap doluydu. Bazen birilerine mail yazması gerektiği zaman bizim bilgisayarımızı kullanmasına izin verirdi babam. Babamın bu adama karşı anlayamadığım bir ilgisi vardı. İlerleyen yıllarda bana anlattığına göre o kişi Doğu Türkistan’ın bağımsızlık mücadelesini yürüten ancak Çin baskıları sonucu Türkiye’ye kaçmak zorunda kalan bir lidermiş. Bu hikâyede bence ilginç olan şey adamın evinde mühimmat yerine yerden tavana kadar kitap olması. Bahsetmek istediğim şey de bu zaten…

Doğu Türkistan’dan ülkemize gelerek hukuk yahut siyaset bilimi okuyan pek çok kardeşimiz var. Ben de hukuk fakültesi mezunu olmam hasebiyle bu gibi insanlarla karşılaştım. Yurt dışından gelen bir öğrencinin Türkiye’de okuyacağı son bölüm hukuktur. Çünkü hukuk kuralları mühendislik kuralları gibi tabiatı gereği evrensel değildir. Yani burada hukuk okuyan bir insan ancak Türkiye’de bölümüyle alakalı bir meslek sahibi olabilir. O zaman bu insanlar ülkelerinden vazgeçip kendilerine yeni bir hayat kurmaya gelmiş olmalıydı. Ya da bizim idrak edemediğimiz başka bir amaçları vardı.

Bu öğrenciler Çin istihbaratının yakın takibinde olan insanlardır. Tabiri caizse Çin istihbaratı bunlara ne Doğu Türkistan’da ne de Türkiye’de nefes aldırmıyor. Hele ki Çin’den Türkiye’ye gelmeleri tam bir işkence. Pasaport kontrolü onlar için Amerikan filmlerinden farksız. İstihbarat her an enselerinde. Tabi aileleri de yakın takip altında. Eğer ailenden birisi Çin istihbaratına göre “sakıncalı” ise yahut hapiste ise artık tüm aile suçlu demektir. Yaşamadan bilemeyeceğimiz bir zulüm.

Küçükken tanıdığım çekik gözlü adamın evinde yerden tavan kadar kitap olmasının sebebi de, bu öğrencilerin Çin istihbaratının zulümlerine katlanarak Türkiye’ye gelip hukuk gibi bölümler okumalarının sebebi de çok basit. Basit ama çok yüce bir sebep… “Eğer Allah nasip eder de bir gün bizim de devletimiz olursa anayasamızı, kanunlarımızı yazabilecek hukukçularımız olsun, devleti yönetebilecek kapasitede insanlarımız olsun.”

Bugüne kadar bu paradigma ile olaya hiç bakmamıştım. Şimdi soruyorum; ülkemizde hukuk okuyup da avukat olarak para kazanmak yahut hakim savcı olup kariyer yapmak dışında ideali olan kaç gencimiz var? Bir gün kardeşlerimiz orada Çin zulmünden kurtulup da bağımsız bir devlet kurmayı başardığında parayı yahut kariyeri elinin tersiyle itip oralara gidecek kaç hukukçu gencimiz var? Hukukçu kibri çok başkadır. Bir dönüp bakmamız gerekmez mi, biz hukuk okuduğumuz için kendimizi toplumda farklı bir sosyal statüde konumlandırırken, bizim hem din kardeşimiz hem de soydaşımız olan gençler hangi düşünceyle bizimle aynı sıraları paylaşıyor?

Kaynak: Stratejik Ortak

Leave a Comment

*

*